seyahat,makyaj,moda

30 Mart 2017 Perşembe

Osmanlı Ressamları

"Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur.
                                                                                                                     Mustafa Kemal Atatürk

Türkiye'de resim sanatı genellikle çok takip edilmemesine karşın, son yıllarda resme yönelik belirgin bir ilgi artışı olduğunu gözlemlemek mümkün. Ancak hâlâ almamız gereken epey yol var...
Ben de bu ilgiyi bir nebze de olsa canlandırmak adına, birçoğumuzun bilmediği Osmanlı Ressamları  ve onların eserlerinden oluşan bir listeyi sizin için hazırladım.


1. Şeker Ahmet Paşa (1841-1907), "Narlar ve Ayvalar"


Şeker Ahmet Paşa Türk resminin en önemli isimlerinden biridir. Paris’te Louvre Müzesi’ne hayatta iken resmi kabul edilen ilk Türk ressamıdır. Resimlerinde kendine özgü bir perspektif anlayışı vardır.
Şeker Ahmet Paşa, çağdaş Türk resim sanatı’nın temel taşlarından biri olarak değerlendirilmektedir. Peyzaj temasına yaptığı dünya çapındaki üslup katkısı, sanatçının mekân derinliği ve atmosfer ilişkilerini yorumlayan duyarlığının ürünü olarak görünür. Şeker Ahmet Paşa’nın düzen anlayışına mal olan lirizm, özgün bir şema geometrisiyle dengelenmektedir.Şeker Ahmet Paşa'nın yaşadığı yıllarda siyasal ve sosyal açıdan pek çok olay gerçekleşmiş olmasına karşın, Paşa'nın eserlerinde bu tür olayların ele alınmadığı gözlenebilmektedir. Bu, onun bir gözlemci olarak bakışlarını doğaya çevirmiş, yaşadığı topluma kapalı, yalnız iç dünyasında yaşayan bir sanatçı olduğunu ve bu tavrını yaşamı boyunca koruduğunu göstermektedir.
Paris'te bulunduğu yıllarda, tabiatta, açık havada yapılan resmi savunan Barbizon ressamlardan etkilenmiştir. 1870'de Roma'ya gitmiş, 1871 yılında İstanbul'a dönmüştür. Bir yandan askerî kariyerini sürdürürken, diğer yandan resim yapmıştır. 27 Nisan 1873'te Sultanahmet'te açtığı sergi, Türk resim sanatında bir sanatçının kendi adına açtığı ilk resim sergisi olarak literatüre geçmiştir.Natürmort çalışmaları ile ünlüdür. Resimlerinin önemli bir bölümü İstanbul ve Ankara Resim Heykel Müzeleri ile, Sakıp Sabancı Müzesi ve bazı özel koleksiyonlarda bulunmaktadır.




2.  Osman Hamdi Bey (1842 – 1910), "Mihrap"
Osman Hamdi Bey Osmanlı arkeolog, müzeci, ressam ve Kadıköy'ün ilk belediye başkanıdır.
İlk Türk ressamlarından birisidir ve Türk resminde figürlü kompozisyon kullanan ilk ressam olarak tarihe geçmiştir.
Mihrap (Tekvin veya Yaradılış), Osman Hamdi Bey'in 1901 yılında yaptığı tartışma yaratmış tablodur.. Son olarak Demirbank’ın arşivlerinde kayıtlı görünen tablo, kayıptır. Osman Hamdi'nin eserleri hakkında araştırma yapan sanat tarihçisi Mustafa Cezar, Hamdi Bey'in esere ne ad taktığı o sırada tespit edilmemiş olduğundan tabloya Mihrap ismini vermiştir.  
Tablonun ilk kez 1901'de Berlin'de, ardından 1903'te Londra'da Kraliyet Akademisi'nin yaz sergisinde sergilendiği ve her iki sergi kataloğunda da adı La Genèse (Tekvin ya da Yaradılış) olarak yer aldığı sonradan tespit edilmiştir.  Osman Hamdi Bey’in tüm resim kariyerinde en çok bu tablosunda toplumsal ahlak ve din açısından ‘dokunulmaz’ alanlara temas etmiştir. 
Osman Hamdi’nin “oryantalist” suçlamasının gelmesinde en önemli sebebin Mihrap adlı eseri olduğu düşünülür çünkü eserde ayaklarının dibine dini içeriklerin kitapların düzensizce atılmış olduğu bir kadını tasvir edilmektedir. Kimi yorumlara göre tablo kadının statüsünün önemini vurgular; yere atılan dini içerikli kitapların kadının özgürlüğünü engelleyen dinsel baskıları simgelemektedir. 
Resimdeki kadının kışkırtıcı göğüs dekoltesiyle birlikte başının açık, sırtının da Kâbe’ye dönük olması karşı tavrı belirginleştirir.



3. Halil Paşa (1857 – 1939) "Göksu Sefası"
Türk resminin Asker Ressamlar kuşağından tanınmış bir ressamdır. Portreleri, İstanbul ve Kahire peyzajları ile tanınır.1857 yılında İstanbul’un Beylerbeyi semtinde dünyaya geldi. Rodos kökenli bir ailenin çocuğudur. Babası Selim Paşa, Mekteb-i Harbiye’nin kurucuları arasında yer alan tanınmış bir askerdi.. Sekiz yıl kaldığı Paris’te ünlü oryantalist ressam Jean-Léon Gérôme'nin atölyesinde çalıştı. 1889 yılı Paris Uluslararası Sergisi’nde sergilenen bir resmi ile madalya aldı.Yurda döndükten sonra askeri okullarda resim öğretmeni olarak çalıştı. 1906’da Harbiye Mektebi'ne resim öğretmeni olarak atandığında "Paşa" ünvanını aldı. Ancak, iki yıl sonra Meşrutiyet'in ilanıyla çıkarılan bir yasaya dayanılarak rütbesi albaylığa indirilince ordudan ayrıldı ve bütünüyle resme yöneldi. Sanata meraklı öğrencilere resim dersi veren Halil Paşa’nın öğrencileri arasında ilk kadın resim öğretmeni olarak tarih geçen Müfide Kadri de vardı.Ülkenin ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi'nde öğretmenlik yapan Halil Paşa, 1917-1918 yıllarında okulun müdürlüğünü üstlendi. Sanat eğitimi için gittikleri Fransa'dan I. Dünya Savaşı’nın patlaması üzerine geri dönen ve 1914 Kuşağı olarak adlandırılan genç ressamları bu okula alarak, okulda yeni bir anlayışla resim yapılmasını sağladı.Hayatının son yıllarında Mısır'da hidiv ailesinin bir ferdi olan Abbas Halim Paşanın konuğu oldu. Son yıllarını resim yaparak geçiren Halil Paşa, “Mısır saraylarına resmi sokan sanatkâr” olarak tanındı.1939 yılında İHalil Paşa’nın eserleri iki devreye ayrılarak incelenir. Paris’teki eğitimi sırasında etkilendiği klasik ve realist tarzın etkisindeki eserleri ve yurda döndüğünde yaptığı empresyonizm etkisindeki eserleri. Sanatçı, ilk devre resimlerinden olan "Eldivenli Kadın (Madam X)" adlı tablosu ile Paris’te bir bronz madalya kazandı.
Halil Paşa’nın eserleri iki devreye ayrılarak incelenir. Paris’teki eğitimi sırasında etkilendiği klasik ve realist tarzın etkisindeki eserleri ve yurda döndüğünde yaptığı empresyonizm etkisindeki eserleri. Sanatçı, ilk devre resimlerinden olan "Eldivenli Kadın (Madam X)" adlı tablosu ile Paris’te bir bronz madalya kazandı.


4. Hoca Ali Rıza (1858 – 1930) "Göl Kenarı"
Türk Resim Sanat Tarihi'nin çok önemli bir peyzaj ressamıdır. Asker Ressam Kuşağı’nın bir üyesi olan Hoca Ali Rıza, 1914 Kuşağı ressamlarının hocası olmuştur.
Üsküdar‘da doğan, hayatı boyunca Üsküdar’da yaşayan ressam; Üsküdar ve Karacaahmet'in sessiz köşelerini, kıyı kahvelerini ve güneşli kayalıklarını resmetti; “Üsküdarlı Hoca Ali Rıza” olarak tanındı. Saray bahçelerinden çıkıp bir empresyonist gibi kırlarda ve sahillerde resim yapan ilk Türk ressamıdır. Karakalem ile suluboya tekniğindeki yetkinliği ve hızlı çalışma temposuyla binlerce eser üretmiştir. Eserlerinin sayısının beş bin kadar resmi olduğu tahmin edilir. Sanatçı, 1909-1912 arasında Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nde başkanlık yapmıştır.
İlk sergisi ölümünden üç yıl sonra çocukları tarafından açılmıştır. 1958’de Ankara’da ve 1960’ta İstanbul’da toplu sergileri yapıldı. Yapıtlarını hediye etmesinden dolayı resimleri birçok koleksiyona dağılmıştır. Bunlar arasında en çok Süleymaniye Kütüphanesi’nde, Ankara Milli Kütüphane’de yapıtı bulunmakla beraber Yapı Kredi koleksiyonu, Kemal Erhan, Erdoğan Demirören, İbrahim İter ve İstanbul Resim ve Heykel Müzesi koleksiyonunda da birçok Hoca Ali Rıza yapıtı bulunur. Oğlu Nâsır Çizer’deki resim ve krokilerle yakın dostu Fuat Şemsi İnan’daki seçme eserler Kemal Erhan koleksiyonuna intikal etmiştir. Kendisinin “kırk ambar” adını verdiği ve içi krokiler, küçük resimler, meraklı olduğu kûfî yazı tertipleri, tezyinî motifler, kendi fikirleri, beğendiği hikmetli sözler ve beyitlerle dolu defterleri ve daha pek çok malzeme ise talebesi Süheyl Ünver tarafından Süleymaniye Kütüphanesi’ne bağışlanmıştır.


5. Hüseyin Zekai Paşa (1860 – 1919) ,Üsküdar’dan
Türkiye’de batılı anlayışta çalışan ilk ressamlardan biridir. İlköğrenimini tamamladıktan sonra Kuleli Askeri İdadisi’ne girdi. Aralarında Hoca Ali Rıza’nın da bulunduğu birkaç öğrenci arkadaşıyla birlikte özel bir resim atölyesi kurulması için okul yönetimine başvurdu. Bu atölyede Osman Nuri Paşa ve Süleyman Seyyid’in öğrencisi oldu. Mezun olduktan sonra Mekteb-i Harbiye’ye girdi. Orada öğrenciyken yaptığı, Boğaziçi’ndeki donanma gecelerinden birini canlandıran resmi, Abdülhamid tarafından beğenilince, 1883 yılında mezun olduktan sonra teğmen rütbesiyle Şeker Ahmet Paşa’nın yanına hünkâr yaverliğine getirildi. Bu yıllarda Askeri İnşaat Komisyonu başkanlığı görevini üstlendi, Alman imparatoru II. Wilhelm’in Suriye gezisi sırasında, eski yapıtlar uzmanı olarak ona eşlik etti. Şeker Ahmed Paşa’nın ölümü üzerine 1906’da saray ressamlığına ve yabancı konuklar teşrifatçılığına getirildi. Bu günkü Askeri Müze’nin kuruluş çalışmalarına katıldı. 1908’de 1. Tugay Komutanlığından emekli olduktan sonra ölümüne değin Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Sanayi-i Nefise Encümeni üyeliğini sürdürdü. Hüseyin Zekâi Paşa, Avrupa’da resim öğrenimi görmemesine karşın, orada öğrenim görmüş ressamların yapıtlarını yakından incelemek suretiyle batılı bir anlayışta çalıştı. İlk dönem resimleri, fotoğrafik denebilecek bir gerçekçilikteydi. “Yıldız Sarayı Bahçesinden Peyzaj” (Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi) gibi bu yıllarda gerçekleştirdiği yapıtları, ince boya hamuru ve duru renkleriyle 19. yüzyıl manzara geleneğine bağlıydı.
1910’dan sonra katıldığı Galatasaray sergileri, Hüseyin Zekâi Paşa’nın Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’yle ilişki kurmasını sağladı. Bu tarihten sonra fotoğrafik gerçekçi anlatım yerine, daha kalın firça vuruşlarının egemen olduğu izlenimci bir anlayışa yöneldi. Bugün Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde bulunan “Cami”, “Ayasofya Camisi Hünkâr Mahfili” gibi en önemli yapıtlarını gerçekçi ve izlenimci anlayışları özümseyerek oluşturdu. Duyarlı bir anlatımla ele aldığı bu resimlerinde izlenimci renk anlayışını kompozisyonun bütünselliğini yok etmeyen bir ayrıntı işçiliğiyle birleştirdi. Manzara türünün yanı sıra portre ve figürler de yaptı. Yapıtlarından örnekler İstanbul, İzmir ve Ankara Devlet Resim ve Heykel müzeleriyle Dolmabahçe ve Topkapı saraylarında bulunmaktadır.
Hüseyin Zekai Paşa, saray çevresi dışında Üsküdar Doğancılar'da bulunan ve bugün yeri tespit edilemeyen konağında, dönemin sanatçılarıyla toplantılar yaptığı sıralarda İstanbul'u ziyarete gelen yabancı sanatçılarıdan biri olan Paul Signac'ı burada ağırladı.



6. Abdülmecid Efendi (1868 - 1944) ,"Haremde Beethoven"
Son İslam halifesi, ressam, müzisyen. Osmanlı hanedanı hukukuna göre II. Abdülmecid olarak isimlendirilir.Osmanlı hanedanının tek ressam üyesidir ve döneminin Türk ressamları arasında yer almıştır. Amcasının oğlu Mehmed Vahdettin'in 4 Temmuz 1918’de tahta çıkması üzerine Osmanlı tahtının veliahtı olan Abdülmecid; bu sıfatı 1 Kasım 1922'de saltanat kaldırılıncaya kadar taşıdı. TBMM tarafından 19 Kasım 1922'de halife seçildi. Osmanlı hilafetine resmen son veren 431 sayılı kanunun kabul edildiği 3 Mart 1924 tarihine kadar “halife” ünvanını taşıdı. Tarihe “Son Osmanlı Halifesi” olarak geçmiştir.
Resim ve müzik sanatları ile çok yakından ilgiliydi. Türk resim sanatının öncü isimleri arasında yer aldı. 1909'da kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin fahri başkanlığını yaptı. Yurtiçinde ve yurtdışındaki çeşitli sergilere tablolarını gönderdiği bilinen Abdülmecid Efendi'nin eserlerinden birisi Paris'teki büyük yıllık sergide sergilenmiş; Haremde Beethoven, Haremde Goethe, Yavuz Sultan Selim adlı tabloları 1917'de Viyana'daki Türk ressamlar sergisinde sergilendi. Özellikle portre alanında başarılı idi. En önemli portrelerinden biri devrinin ünlü şairi Abdülhak Hamit Tarhan'ın portresidir. Kızı Dürrüşehvar Sultan'ın, oğlu Ömer Faruk Efendi'nin portreleri en bilinen eserlerindendir. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin gazete çıkarma girişimleri, Galatasaray sergileri, Şişli Atölyesi’nin kurulması, Viyana sergisi, Avni Lifij’in Paris’te burslu okutulması onun desteklediği sanatsal olaylardandır.


7. Halid Naci (1875 – 1927),"Ormanda Karacalar"
Halid Naci, Sultan Abdülhamit tarafından, Paris’e, Sevres Porselen Fabrikası’na gönderilmiştir. Orada dekor üzerine eğitim gören Halid Naci, döndükten sonra Yıldız Çini Fabrikası’nın baş ressamlığına getirilmiştir. Porselenler üzerine manzara resimleri yapmıştır. O dönemde yapılan birçok porselen dekorları Halid Naci imzasını taşımaktadır.


8.Sami Yetik (1878 – 1945) ,"Anadolu’da Köylüler"
1914 Kuşağı’nın asker temsilcisi olan Sami Yetik, Türk resim sanatı içinde önemli bir yere sahiptir. Sanatçı uzun yıllar cephelerde kalması nedeniyle askerlik ve kahramanlıkla ilgili resimler yapmıştır. Fakat yaşamının son yıllarında natürmorta ve portreye yönelmiştir.


9. Nazmi Ziya Güran (1881 – 1937) ,"Sokak Manzarası"
Ünlü ressamımız Nazmi Ziya Güran'ın geçmişi tarihin derinliklerinden gelen bir kültür ailesine dayanmaktadır. Fatih Sultan Mehmed'in hocası "Molla Gürani" Nazmi Ziya'nın soyağacının başlangıcını oluşturur. O dönemden itibaren İstanbul'un kalburüstü ailelerinden oluşan bu soydan gelenler, daha çok, devlet hizmetinde görev aldılar. Nazmi Ziya'nın babası Ziya Bey ilk nüfus genel müdürlerindendi. Aile, dedelerinden gelen "Gürani"yi "Güran" olarak soyadı aldı. Sanayi-i Nefise Mektebi'ndeki hocalardan Warnia, Vallery gibi ünlü ressamların öğrencisi oldu.  
Nazmi Ziya Bey, Türk Ressamlar Cemiyeti yönetimine 1925 yılında katılmıştır. İsmail Çallı Başkan, Hasan Vecih Genel Sekreter, Şevket Bey Veznedarlık görevlerini üstlenmişlerdir. Üyeliklere Nazmi Ziya ile birlikte Feyhaman ve Hikmet Bey seçilmiştir. Nazmi Ziya 1925 Sergisi'ne beş tablo ile katılmış, ayrıca Çemberlitaş'ta düzenlenen sergiye de suluboya eserleri vermiştir. 
1926 Galatasaray Sergisi'ne altı tablo ile katılmış bulunuyor. Nazmi Ziya'nın bu sergideki eserleri büyük ilgi görmüştür. O dönemin tanınmış haftalık gazetelerinden "Resimli Gazete"de -ünlü edebiyat adamı- Müftüoğlu Ahmet Hikmet Bey yaptığı eleştiride bir Nazmi Ziya hayranıdır. 
Nazmi Ziya, 1927'de 11. Galatasaray Sergisi'ne Haliç'ten bir manzara, bir portre, bir figure ve bir başka manzara ile katılmıştır. Bunların hepsi de müzelik eserlerdendi. 1928 yılında Ankara'daki 5. Resim Sergisi'nde Nazmi Ziya'nın (Limanda Sabah) adlı tablosu ülkemizi ziyaret eden Afgan Kralı tarafından beğenilerek satın alınmıştır. Nazmi Ziya Bey'in 1929 yılında 13. Galatasaray Sergisi'nde 10 eseri yer almıştır.Aynı yıl "Güzel Sanatlar Birliği"nin Ankara'daki 7. Sergisi'ne altı eserle katılan ressamımız burada da Göksu'da Akşam, Fatih'te Sabah, Ağaçlık, Sebil, Çayır ve Ağaçlar adlı tablolarını sergilemiştir. 


10.İbrahim Çallı (1882 – 1960),"Üsküdar"
Sanat dünyamızda eşsiz eserleri kadar nükteleri ile de tanınan İbrahim Çallı hakkında en doğru bilgiler ünlü sanat tarihçimiz Celal Esad Arseven'in kitaplarında yer almaktadır. Esasen bu konuda yayınlanan eserlere de bu bilgiler kaynak teşkil etmektedir. Celal Esad hem şahsen Çallı'nın dostu, hem Akademi'de ilk defa Şehircilik kürsüsü açtıran ve yöneten kişidir. Çallı'nın resmi ve özel hayatına dair geniş bilgileri olan Arseven, Türk Sanatı Tarihi'nin III. Cildi'nde Çallı'yı şöyle anlatır: 
"Çallı İbrahim 1882'de İzmir'in bir kazası olan Çal kasabasında doğmuştur. İlk ve orta öğrenimini memleketinde yaptıktan sonra İstanbul'a gelmiş, uzun süre geçim sıkıntısı içinde yaşadıktan sonra mahkeme katipliğine başlamıştır. 
Şeker Ahmed Paşa'nın teşvik ve yardımıyla 1906 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi'ne giren Çallı, 1910 yılında Maarif Nezareti'nin açtığı yarışmayı birincilikle kazanarak diğer arkadaşlarıyla beraber devlet tarafından resim öğrenimi için Paris'e gönderilmiş, orada Ecole Nationale de Beaux-Arts'da Fernand Cormon'un atölyesinde dört sene çalıştıktan sonra Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine 1914 yılında İstanbul'a dönmüş ve Sanayi-i Nefise Mektebi'ne hoca olarak girmiştir.
Çallı ilk resimlerinde bile büyük bir yeteneği olduğunu göstermişti. Gayet zeki ve hoşsohbet olan sanatçının çok özel bir karakteri vardı. Resimlerinde de açıkça görülen bu özellik arkadaşları ve halk arasında ona seçkin bir mevki kazandırmıştı. 1920 yılında gittiği Münih'ten dönüşünde biraz ekspresyonizme eğilim göstermişse de zevkine en uygun akım empresyonizme bağlanmış ve öğrencilerine izlenimci resmi aşılamıştır.
Ressam Zeki İzer; 'Fransa'da Rouault ve Matisse ne ise Çallı da Türkiye'de aynı rolü oynamıştır.' demektedir. Çallı izlenimcilik ve modern resmin Türkiye'de yayılmasında başlıca etken olmuştur. 
1926'da Modernler Paris Akademisi'nde istihza ile karşılandığında İstanbul'da Akademi'de Çallı'nın atölyesinde bu yeni tarz ciddiyetle ele alınmaktaydı. Çallı, peyzajda olduğu kadar cansız tabiat (natürmort) ve portrede de ışık gölge konusunda uzmandı. Çallı yaradılıştan büyük bir sanat duygusuna sahipti. Genel kültürü olmamasına karşın, büyük bir filozof kadar hayatın gerçeklerini kavramış, tabiatın güzelliklerine aşık bir sanatçıydı. Toplantılarda en çok onun sesi duyulur, kimseden çekinmez ve düşündüklerini açıkça söylerdi. İlk zamanlar karşı çıktığı modern sanata, daha sonraları yakın davranmış, hatta bazı eserlerinde (Mevleviler tablosunda olduğu gibi) bu konuda bir eğilim göstermiştir. Sürekli bir sanat heyecanı içinde yaşayan Çallı, bu heyecanı kamçılamak için rakıya baş vurur, ancak çok içmesine rağmen sarhoş olmazdı. 
Tartışmayı çok sever, düşüncelerini kabul ettirmek için çok uğraşırdı. İsyankar bir yaradılışı vardı. Yaşamında daima bir bohem çeşnisi görülürdü.
Çallı'nın Paris'te eğitimi sırasında okuduğu okul ve çalıştığı atölyeye en yakın kahve. Çallı bütün gününü Rue Jacques-Collot sokağındaki bu kafede geçridiği için arkadaşları buraya "Çallı'nın Meyhanesi" adını takmışlardı.
1917'de Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın savaş ve kahramanlık resimleri yapılması için Şişli'de açtığı atölyede yapılan tabloların halka gösterildiği sergide Çallı'nın da "Boğalı Kadın", "Topçu Mevzi Alırken", "Yaralı", "Siperde Sabah", "Çadır Önünde", ve "Subay" isimli resimleri yer aldı. Bu resimler 1918 yılında Viyana ve Berlin'de de sergilendi.Galatasaray Sultanisi'nde ilk kez 1919 yılında başlayan ve beş yıl ardı ardına düzenlenen sergilerden 1919 yılının Temmuz ayının 24'üne rastlayan perşembe günü açılan resim sergisi, sanat tarihimizde önemli bir aşamanın örneğini oluşturmuştur. O yıldan önce açılmış bulunan sergiler bunun kadar yaygın bir şöhrete kavuşmamıştı, bunun kadar çok sanatçının çok sayıda eserini kapsamıyordu. Resim tarihimizde ilk defa bu sergi haklı bir yankı uyandırmıştı. 
ATATÜRKÜN HUZURUNDA ÇALLI 
İbrahim Çallı'nın devlet adamlarından yakın bir dostu da Tekirdağ milletvekili, Atatürk'ün silah arkadaşı, İçişleri Bakanı Cemil Uybadın'dı. Sanatçımızın Çankaya ile tanışmasını o sağlamıştı. Her milletin başkalarına ait portreleri resmi dairelerine asılırdı. Bu geleneğin, cumhuriyetin ilanından sonra bizde de geliştirilmesi Maarif Vekaleti'nce arzu ediliyordu. O güne kadar Atatürk'ün değişik fotoğrafları, genellikle özel fotoğrafçısı Hamdi Bey tarafından, daha sonra Ankara'ya Cumhurbaşkanlığı fotoğrafçısı olarak çağrılan Ferit İbrahim tarafından çekilip büyütülerek resmi dairelere asılmaktaydı. Ancak, milletlerarası geleneğe uyarak Atatürk'ün ressamlar tarafından portresinin yapılması düşüncesi gelişti. Bu konu, aynı zamanda bir fotoğraf sanatçısı olan Atatürk'ün silah arkadaşı, daha sonra Cumhuriyet Dönemi'nin İçişleri Bakanı olan Cemil Uybadın tarafından Cumhurbaşkanı'na iletildi.
Mustafa Kemal, I. Dünya Savaşı sonunda Veliaht Vahdettin ile birlikte Almanya'ya gitmişti. Berlin'e varıldığının ertesi gününden itibaren Mustafa Kemal, Askeri Müze'yi gezmeye başladı. Oradaki portrelere ve savaş sahnelerine hayran oldu. Bunların yapımcısı ve o sırada Berlin Güzel Sanatlar Akademisi direktörü olan Arthur Kampf'ın eserleri hafızasında derin izler bırakmıştı. Kendi portresinin bir ressam tarafından yapılıp, Türkiye'nin her köşesine dağıtılması düşüncesini olumlu karşılayan Mustafa Kemal, bunun için Berlin'de gördüğü portrelerin ressamını hatırladı. Bu ressam Türkiye'ye davet edildi. Ankara'da Mustafa Kemal'in üç portresini yaptı. Bu portrelerin biri hemen her gün Çankaya Köşkü'nde yapılan kabullerde ve konuşmalarda, arkada fonda görülen, arkasında Türk bayrağı olan Mustafa Kemal portresidir. Ama ressamın biri at üstünde, diğeri mareşal kıyafetiyle ayakta yaptığı portreler herkesçe bilinmektedir. Ancak Çallı'ya göre buradaki Atatürk'ün bacakları vücudu ile mütenasip değildir. Bu ünlü Alman ressamı I. Dünya Savaşı'nda, kısa bir süre, İstanbul'a da gelip bazı tipler çizmiştir. Resim öğrenimini Berlin'de yapan iki ünlü Türk ressamı, Fikret Mualla ve Hale Asaf da bu ünlü resim profesörünün öğrencileriydi. 
Arthur Kampf'ın yaptığı Atatürk portreleri Viyana'da basıldı ve devlet dairelerine dağıtıldı. Ancak daha sonra ki yıllarda Türk ressamlarının bu konuda açık bir sitemi olmamakla birlikte, büyük bir sanat adamı olan ve ünlü ressamlarımızın dostu Salah Cimcoz'un bu konuda Atatürk'le bir görüşmesi olduğu bilinmektedir.
Bunun üzerine, Atatürk Çallı ile Feyhaman'ı Çankaya'ya davet ederek, bugün Türkiye'nin her yerinde zevkle seyrettiğimiz portrelerini yaptırmıştır. Bunlar, her ikisi birbirinden güzel portrelerdir. Özellikle Feyhaman, büyük bir portre ressamı olduğunu, sihirli fırçası ile bir kere daha ispat etmiştir.


11. Feyhaman Duran (1886 – 1970) ,"Celaleddin Arif Bey"

1911 ile 1913 yıllarında Paris’te “Sanat Eğitimi” gören Feyhaman Duran, o yıllarda aynı amaçla Paris'te olan genç Türk ressamlarının da devam ettiği Academie Julian’da Jean Paul Laurens Atölyesi’ne kaydoldu. Bu sıralarda ortaya çıkan İzlenimcilik akımına yakınlık duydu.
I. Dünya Savaşı başlayınca yurda döndü. 1916’dan itibaren Galatasaray Sergileri'ne her yıl düzenli katıldı. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nın sergilerinde yer aldı. Harp Mecmuası’nda çalışarak, “Savaş Resimleri” yaptı. Birinci Galatasaray Sergisi’nde Prof. Dr. Akil Muhtar adlı portresi ile “Gümüş Madalya” ve Zikr-i Cemil ödülünü aldı.
1919 yılında İnas Sanayi-i Nefise Mektebi'ne (Kız Güzel Sanatlar Akademisi) "Usul-ü Tersimé öğretmenliğine getirildi. Ömer Adil Bey'den sonra bu okulda müdürlük yaptı.
1922 yılında öğrencisi Güzin Hanım'la evlendi. 1923'te Türk Ressamlar Cemiyeti'nin yönetim kurulu üyeliğine seçildi. 1926'da Sanayi-i Nefise Birliği, 1929'da Güzel Sanatlar Birliği adlarını alan dernekte yöneticiliği ömrünün sonuna kadar sürdürdü.
Kız ve Erkek Sanayi-i Nefise Mekteplerinin birleştirilmesi sonucu İnas Sanayi-i Nefise Mektebi kapanınca, artık karma eğitim veren Sanayi Nefise Mektebi'nde 1927’de Usul-ü Tersim, 1933’te ise “Resim Atölyesi” öğretmenliğine atandı.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin düzenlediği yurt gezileri kapsamında 1938 yılında Gaziantep'e gönderildi. Buradan on yapıtla dönen Feyhaman Duran 1939 Ocak ayında İbrahim Çallı ve Ayetüllah Sümer birlikte İsmet İnönü'nün portresini yapmak üzere Ankara'ya çağrıldı.
Deniz Müzesi için minyatürleri, 1940’larda eşi ile birlikte Topkapı Sarayı için resimler yaptı. Arkadaşı Sami Yetik’in “Ressamlarımız” adlı üç ciltlik kitap kapağı tasarladı. İbrahim Çallı ve Sami Yetik ile Vezneciler’de Zühal Kırtasiye Mağazası’ndaki atölyede resim dersleri verdi.
1951 yılında emekli oldu. Emekliliğinde çalışmalarını sürdürdüğü Beyazıt'taki evini müze olarak İstanbul Üniversitesi'ne bağışladı. 6 Mayıs 1970'te İstanbul'da öldü.


12.Namık İsmail (1890 – 1935),"Sedirde Uzanan Kadın"
.
1911’de gittiği Paris’te resim öğrenimine başlayan Namık İsmail, Kısa süre Julian Akademisi’ne, sonra Fernand Cormon Atölyesi’ne devam etti. Birinci dönemi olarak nitelendirdiği sanat yaşamının, 1914 Fransa dönüşü, yaptığı resimlerde, Tekniğin zayıf, duygunun kuvvetli olduğunu, şiir ve düşgücünün teknikten önde geldiğini söyler. Akademik anlayışı benimseyen hocası Cormon’dan sanatçının fazla etkilenmediği görülür.
1911 tarihli Köy Evi çalışması, Paris’e gittiği yılda empresyonist etkilerle yaptığı bir tablodur. Barbizon Okulu ressamlarının ve Corot’nun yapıtlarını anımsatan resimde, birbirinin içinde eriyen renkler, yeşilin maviye, kahverenginin sarıya kaçan tonları kullanılmıştır. Ağaçlarda, evde, kırda detaya kaçan fırça vuruşları egemendir: renkler, pastelleriyle homojenleştirilerek kullanılmış, yumuşak geçişlerle perspektif sağlanmıştır. Kompozisyon, sol alt köşeden sağ üst köşeye ikiye ayrılarak düzenlenmiştir. Üstte gri renklerin içinde yeşillerin de yer aldığı gökyüzü, alttaysa karakteristik Namık İsmail tarzı lekeci anlayışla ön plana çıkmış ana tema görülür. 1917 Haziran ayında Galatasaraylılar Yurdu’nda açılan serginin düzenlenmesinde emeği geçen kişilerden biri olan Namık İsmail’e bu hizmetinden dolayı, “alamet-i mahsusalı gümüş Hilal-ı Ahmer madalyası” verildi.
Şişli’de kurulan atölyede, Namık İsmail ve dönemin diğer ressamları, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Ruhi Arel, Sami Yetik, Ali Cemal, Ali Sami Boyar gibi sanatçılar savaş konulu resimler yaptılar. Galatasaray Sergisi’ nde halka gösterildikten sonra Viyana ve Berlin’de sergilenmeleri için, Celal Esad Arseven’le birlikte Berlin’e gitti.
İki yıl Berlin’de kaldı. Lovis Corinth ve Max Liebermann’ın atölyelerinde çalışarak tekniğini geliştirdi. 1918 tarihli Kendi Portresi’ne, ışık-gölge kontrastı ve kalın fırça vuruşlarıyla, tabloya anlatımcı bir etki vererek, güçlü ve kararlı kişiliğini, sert ve keskin bakışlarıyla tuvale rahatça aktardığı görülür. 1919’da yurda döndü. Almanya dönüşünü, sanatının ikinci dönemi olarak yorumlar. Corinth’in geniş, kalın fırça vuruşlarından, lekeci, serbest, bir-iki seansta ortaya çıkmış hızlı, atak tekniğinden etkilenen Namık İsmail’in, sonraki dönem tablolarının çoğunda hocasının teknik ve üslubunu uygulandığına tanık olunur. Corinth’in tekniğine yakın çalıştığı Güvertede Adamlar tablosunda, bir renk karmaşasının, açık-koyu tonlamaların, renk lekelerinin ve resimsel değerlerin ön plana çıktığı gözlenir. Figürler, renk kompozisyonunun öğeleri olarak kullanılır. Bu resim, ekspresyonizmin benimsendiği, klasik resim anlayışının geriye itildiği, renklerin ve boya dokusunun, konunun önüne geçtiği bir çalışmadır.
Namık İsmail’in paletinde, 1923 tarihli “Bayır” tablosunda açıkça görüldüğü gibi gerçek bir renklenme başladı. Biçim kaygısı taşımadan, desene önem verilmeden, rengin ön plana çıkarıldığı bu çalışmada, renkler birbirine kaynaşarak, planların tuşlarla, kontur kullanılmadan, renk lekeleriyle bölünerek verildiği bir dönem başladı. 1924’teki Galatasaray Sergileri’ne en iyi eleştiri alan yapıtlar arasında geçen Kasımpatı ve Çıplak tablolarıyla katıldı. Kendisine Maarif Umum Müfettişliği görevi verilen sanatçı, dönemin Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’le birlikte incelemelerde bulunmak üzere bir kez daha Paris’e gitti. 1928 tarihinde Güzel Sanatlar Akademisi’ne müdür olarak atanan Namık İsmail, ayrıca “resim atölyesi öğretmeni” görevini de üstlendi. 1935 yılından ölümüne değin bu görevini sürdürdü.
İlk yapıtlarından başlayarak üslup ve teknik gelişimi, belli bir çizgide gitmediği açıkça görülmekte, aynı yıl içinde bile birbirinden farklı teknik ve üslupta resimler yaptığı gözlenmektedir. Sanatçı, Fransa’da empresyonist, Almanya’da akademik, empresyonist ve ekspresyonist ressamlardan etkilenmesine karşın, konuya göre içinden geldiği gibi çalışmayı yeğlemiştir. Bazen paletinde hafif fırça vuruşları ve ışıltılı renklerin görüldüğü empresyonist, zaman zaman parlak renklerin ve karşıt tonların egemenliğinin hissedildiği ekspresyonist bir doğa ressamı, bazen realist bir figür ressam, sırasında akademik bir çıplak ressamı olmuştur. İkinci dönem resimlerinde renklerin ve boya dokusunun, konunun önüne geçtiği yoğun boya tabakaları dikkati çekmektedir.Gençlik yıllarında edebiyatla ilgilenen, İtalyan Rönesansı’nın dehalarından Michelangelo’nun yaşamı ve sanatıyla ilgili bir biyografi çalışması da yapan sanatçı, 30 Ağustos 1935’te bir kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi.


13.Güzin Duran (1898 - 1981) ,"İstanbul Boğazı"
İlk Türk kadın ressamlarından biridir. I. Dünya Savaşı yıllarında önemli sanatçıları yetiştiren İnas Sanâyi-i Nefîse Mektebi'ne girdi. Mihri Müşfik Hanım'ın öğrencisi oldu. Daha sonra ressam Ömer Adil'den dersler aldı. Okuldan öğretmeni olan İbrahim Feyhaman ile 19 Eylül 1922 tarihinde evlendi. Beraber çıktıkları Avrupa seyahati sanat anlayışlarına katkı sağladı. İzlenimci anlayışın etkisinde kalan Güzin Duran eşinin de etkisiyle sanat hayatında olgunluğa ulaştı. Eserlerinde hat sanatı ve İstanbul kültlerinin koruyucusu oldu. Eşiyle beraber Çamlıca'nın arka kısımlarında kalan Çakal dağı eteklerindeki bir köşkte yaşamını ve sanatını sürdürdü.. Kültür tarihçisi Taha Toros'un aktardığına göre karma sergiler haricindeki kişisel sergilerini 1937 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'de sergiledi. Uzun yıllar üzerine durduğu "Karagöz" konusu bu sergiden izler taşıyordu. Bu sergisiyle Türk kültür tarihinin derinliklerine girdi en eski karagözcüleri, karagöz kahramanlarını ve evlerini yansıttı. Kendisinin İstanbul şehrinin en eski eserlerinden olan ve Boğaziçi'nden tuale aktarılan tabloları müzeci Halûk Şehsuvaroğlu'nun önemli çabalarıyla Topkapı Müzesi'nde sergilendi. Yazı, resim ve hat üzerine oluşturduğu  47 eseri ise 22 Ocak 1971 tarihinde Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Merkezi'nde sergilendi. Topkapı Müzesi'ne bağışlanan önemli eserleri de oldu. Güzin Duran genel anlamda İstanbul, özellikle de Boğaziçi manzaraları eserlerinin temasını oluşturdu. Karagöz çalışmaları ve eski yazı sanatından kopyalar ile gelenekçi değerleri yansıtı.



14. Fikret Mualla (1903 – 1967),"Caz Orkestrası"
Fikret Mualla mutlu olabilmek ve her şeyi unutmak için resim yapmıştı. Bu nedenle sanat dünyasındaki çeşitli akımlardan etkilenmedi, resimlerini yaparken sezgilerini kullandı, kendi tarzını yarattı. Eserlerine kendi hislerini aktardı. Coşku dolu resimler yaptı. Huysuz, uzlaşmasız kişiliğini ve mutsuz yaşamını resimlerine yantsıtmadı, yaşama sevinci dolu resimler yaptı.Şehirleri resmetmeyi seven Mualla, resimlerine İstanbul ve Paris'in insanlarını, sokaklarını, kafelerini, sirkleri, genelevleri, balıkçıları resimlerine taşımıştır. Renklerle oynamayı seven sanatçının, Henri Matisse'in renk kullanımından çok etkilendiği bilinir.
Resimlerini genellikle renkli fon kâğıtları üzerine guaj boya ile yaptı. Suluboya ve pastel malzemelerini resimlerinde sıkça kullandı. Paris sanat ortamında tanınması biraz zaman alan Fikret Mualla'nın eserlerini Picasso'nun övdüğü, hatta bir resmini satın aldığı, kendi çalışmalarından birini de ona hediye ettiği ve Fikre Muala'nında Picasso'nun verdiği tabloyu bir rakı parasına sattığı bilinir. Fikret Mualla'nın başlıca eserleri arasında Oturan Adamlar, Kafe, Marsilya'da Fransız İşçileri Bir Kahvede, Haliç ve Süleymaniye, Paris'te Bir Sokak, Baloncu ve Balıkçı sayılabilir. Ölümünden sonra Paris'te açık artırmaya çıkarılan resimleri de Türk devleti tarafından satın alınmış ve Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nde bir Fikret Mualla Salonu oluşturulmuştur.1976'da dostlarından, yakınlarından ve çeşitli koleksiyonlardan derlenen yüz on sekiz resmi ile Ankara'da adına bir sergi düzenlendi. Yapıtlarının çoğu bugün özel koleksiyonlarda bulunmaktadır.
Günümüzde Paris’te Fikret Mualla Dostları adında bir dernek vardır, Bu dernek, Fikret Mualla’nın tablolarını muhafaza etme ve kaybolan tablolarını da arama sorumluluğunu yüklenmiştir.



15. Mahmut Cûda (1904 – 1987),"Sara"
En çok işlediği konu natürmorttur. Natürmortlarındaki nesneleri doğal görünümler içinde, biçimsel bir yorumlama olmaksızın betimler. Hem nesneleri, hem de ayrıntıları resim yüzeyine düşünülmüş bir düzen içinde yerleştirir. Bu nesnelerin doğal dokusunu tüm ayrıntılarıyla görülebilecek biçimde verir. Ama bu öğelerin maddeleri arasındaki doku farklılığı boya tekniğine yansımaz. 
Boyayı tüm tuvale hemen hemen aynı kalınlık ve düzlükle sürer. Resimlerin her noktasına eşdeğerde yaydığı ışık, gölge, yarıgölge ve refle olgusu nesneden nesneye veya bir renkten diğer renge geçerken uyguladığı buğulu pasajları ile öğelere volüm kazandırır. İllüstrasyonlarında ve karikatürlerinde daha değişik bir tutumu vardır. Kişilerin karakterlerini natürmortlarında ve desen portrelerinde görülmeyen deformasyonlarla verir.
Mahmut Cûda’nın az sayıda nü çalışmasından biri olan resme, sonradan pembe elbise giydirilmiştir.  Giydirilen elbise eşine aittir.
1929 yılında yaptığı üç nü tablodan birine pembe volanlı elbise, 1931’de evlendiği eşi Nazıma Hanım’ın Akademi Balosu’nda giydiği elbisedir. Cûda, çok sevdiği eşiyle ilk karşılaşmasında üzerinde gördüğü bu elbiseyi nü tablosunun üzerine giydirir. Nü tablosu yaptığı Sara ise o dönemde, Akademi’de çalışan modellerden biri idi.


16.Hale Asaf (1905 – 1938), "Otoportre"
Hale Asaf'in teyzesi ilk Türk kadin ressami Mihri Hanim, sonralari Bursali Selami Pasa'nin oglu hariciye memurlarimizdan olan Müsfik Bey'le evlendigi için Mihri Müsfik adiyla da taninmistir. Ünlü ressam, Italya'da oldugu gibi, Almanya'da ve Fransa'da büyük basarilar saglamis, mütareke devrinde Istanbul'daki Güzel Sanatlar Akademisi'nin kiz ögrencilerine resim dersleri vermis, hayatinin son yillarini Amerika'da sefalet içinde tamamlamistir.

Mihri Hanim, ayni zamanda, bir salon kadiniydi. Ittihat ve Terakki Partisi büyüklerinden çogu ile dostlugu vardi. Hiristiyan kadinlari gibi, erkeklerle içki masasina oturmasi garip karsilanmis ve Ittihatçilarin memleketten kaçmasindan sonra, kendisi de Roma'ya, daha sonra paris'e giderek resim yapmakla yasantisini sürdürmüstür. Onun Paris'teki atelyesi, 52 Bd. Montparnasse'de idi. Ancak Paris'teki hayati, çok israfli gçmis ve tablolarinin geliri borçlarini kapatamadigindan, sikinti çekmistir. Hayatinin son yillarini Amerika'da geçirmis, zengin kisilere, özel resim dersleri vererek ömrünü tamamlamis, çalisma gücünü kaybettikten sonra, sefalet içerisinde, sanat ve gerçek dünyamizdan göçmüstür.


17. Nurullah Berk (1906 – 1982),"Ütücü Kadın"
Türkiye’ de geometrik-figüratif yapımcılığın (konstruktivizim) ilk temsilcilerinden biridir.
1950’lerin sonunda Berk, Türk resminde bir Doğu-Batı birleşiminin gerekliliğini savunmuştur.1939’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde öğrenim üyesi oldu. 1939 dan 1968 e kadar Türk plastik sanatlarının kurumsallaşması yolunda yoğun çaba göstermiştir.Yurtiçi ve yurtdışında birçok resim sergisi açtı.Nurullah Berk, UNESCO’ya bağlı “Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Türkiye Komitesi”ni Suut Kemal Yetkinle birlikte kurmuş, Paris, Moskova, Bükreş, Leningrad ve Brüksel sergilerinde komiserlik yapmıştır.
Nurullah Berk,Türk Resminin Batı resmi ile kurduğu ilişkide önemli yer tutar. Resimlerinin çok eleştirilmesi, dahası kendisinin bile, “üçüncü sınıf ressam ve yazar” olduğunu ileri sürmesi, onun önemini azaltmaz. Toplumlardaki yeni oluşumlarda ilklerin işi her zaman zordur. Nurullah Berk belki bu anlamda ilk değildir ama, çağdaş sanattaki yeni anlayışlara ayak uydurma isteği ile ilklerin içinde yer alır.Yapıtları İstanbul, Ankara, İzmir Resim Ve Heykel Müzelerinde, Bursa ve kimi Anadolu sanat Galerilerinde, Bükreş Üniversitesi’nde, Paris Türkiye Büyükelçiliği’nde, Amerika’da Minesota, St. Paul Sanat Galerisi’nde, Türkiye ve yabancı ülkelerde özel koleksiyonlardadır.

18. Bedri Rahmi Eyüboğlu (1911 – 1973),"Tophane"
Güzel Sanatlar Akademisi'nde başlayıp Paris'te sürdürdüğü resim öğreniminin ardından yurda dönmüş ve yaşamı boyunca Güzel Sanatlar Akademisinde ders vermiştir. Yazma, gravür, seramik, heykel, vitray, mozaik, hat, serigrafi, litografi gibi birçok formlarda eserler üreten sanatçı, geleneksel süsleme ve halk el sanatlarında seçtiği motifleri yapıtlarında Batı’nın teknikleriyle birleştirerek kullandı. Şiirlerinde de halk kaynağından beslendi; masallardan, söylencelerden, türkülerden yararlanarak, doğa tutkusunu, insan sevgisini, yaşama sevincini, toplumsal sorunları yansıttı. En ünlü şiiri, Karadut adlı aşk şiiridir.Milletvekili Mehmet Rahmi Eyüboğlu'nun oğlu, Türk aydınlanmasının öncülerinden Sabahattin Eyüboğlu ve ilk kadın mimarlardan Mualla Eyüboğlu'nun kardeşi, ressam Eren Eyüboğlu'nun eşidir.
Çok yönlü sanatçı kişiliğiyle Bedri Rahmi Eyüboğlu, edebiyatta ve görsel sanatların farklı alanlarında pek çok yapıt bıraktı. Bu eserinde sanatçı, Avrupa kültürünü takip eden, İstanbul’da modernizmin simgesi olmayı amaç edinen kalabalığı, sanata yakınlığı, gece yaşamı, kahve kültürüyle 1900-1950 arasında önemli bir merkez olan Tophane'yi tasvir etmektedir.


19. Abidin Dino (1913 – 1993),"Uzun Yürüyüş"
Abidin Dino, 1913 İstanbul doğumlu ressam, Yazar, yönetmen ve siyasetçi. Yaşamını sürdürdüğü 80 yıl içerisinde yazı, resim, senaryo, öykü ve yönetmenlik gibi çeşitli sanat dallarında birçok eser kazandıran Abidin Dino, çağdaş Türk resmi’nin öncülerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Abidin Dino, 23 Mart 1913’de İstanbul’da dünyaya geldi. Aynı yıl ailesi Cenevre’ye yerleşince 12 yaşına kadar burada büyüyen Dino, 1. Dünya Savaşı’nın ardından İstanbul’a döndü. Robert Koleji’nde başladığı eğitimini resim ve karikatüre duyduğu ilgi nedeniyle yarıda bıraktı. Aynı zamanda edebiyat’la da ilgilen Dino, o dönemde abisi Arif Dino’nun da desteğiyle kendini tamamen sanata adadı.
Yarın Gazetesi’nde desenleri ve ilk kez 1931’de Artist adlı dergide de yazıları yayınlanan Dino, yaptığı herşeyde yeniliğin peşindeydi. 1931 ve 1932 yılları arasında Esrarkeşler ve Parmak İstifleri adlı dizileri gerçekleştiren Abidin Dino, Pertev Naili Boratav‘ın Türk Masalları ve Nazım Hikmet‘in Kuvayi Milliye adlı eserlerini resimledi.
Nâzım Hikmet'in "Bana mutluluğunun resmini çizebilir misin" diye sorduğu, Abidin Dino, sanatın her dalında gösterdiği çalışmalarla çağdaş kültürün gelişmesinde çok çaba harcamış bir sanatçıdır. 


20. Nuri İyem (1915 – 2005),"Üç Güzeller"
 Türk resim sanatının en büyük ustalarından biri olan Nuri İyem, Türk Cumhuriyet tarihinin toplumsal, siyasi ve kültürel değişimine tanıklık etmiş ve bu ilerlemeye katkıda bulunmuş, dumadan üretmiş Türk sanatına yeri dolduramayacak eserler vermiştir.
1915 yılında İstanbul‘da doğan sanatçı, resme küçük yaşlarda duvarlara kömür kalemle yaptığı çizimlerle başladı. Sağlık memuru olan babasının görevi dolayısıyla çocukluğunu Anadolu‘nun farklı şehirleri dolaşarak geçirdi. İlkokulu Mardin‘de bitiren sanatçı ortaokulda İstanbul’a geldi. Önce Vefa ardından da Pertevniyal Lisesine kaydoldu. Resim tutkusu da bu yıllarda başladı. Hatta resim aşkı yülan sanatçı, ailesinin onun doktor olmasını istemesine rağmen en sonunda Akademiye kaydoldu. Yaptığı çalışmaları, o yılların en önemli sanat etkinliği olan Galatasaray sergilerinde, resimlerini hayranlıkla izlediği Nazmi Ziya’ya göstermiş ve onun teşvikini de aldıktan sonra hiç duraksamadan kaydını yaptırıp derslere başlamıştı. Devrin diğer büyük ressamları gibi Nazmi Ziya, Hikmet Onat, Çallı ve Levy‘nin öğrencisi olan genç ressam, aynı zamanda Feyhaman Duran, Namık İsmail gibi diğer akademi hocalarının fikirlerinden yararlanmaktan geri kalmadı. Nuri İyem, Avni Arbaş, Selim Turan, Fethi Karakaş, Mümtaz Yener, Turgut Atalay, Haşmet Akal, Ferruh Başağa ve Agop Arad gibi 20’li yaşlardaki bir grup genç sanatçı, büyük çabaların sonunda Mayıs 1941’de İstanbul Beyoğlu Matbuat Müdürlüğü salonlarında ortak bir amaç ve görüş çerçevesinde biraraya gelerek bir sergi açtılar. Halkın arasına girmek, onların düşünce ve yaşayışlarını paylaşarak sanatsal üretimlerini gerçekleştirmek amacını taşıyan bu sanatçılar, İkinci Dünya Savaşı‘nın bunalımlı ortamında sanatlarına toplumsal gerçekçi bir yön vermişlerdir. D Grubu‘nun şekilciliğine ve Anadolu’dan kopuk resim anlayışına karşı çıkan toplumsal içerikli resimleriyle halkla bütünleşmeyi amaçladılar ve bir ölçüde de başarılı oldular. Liman sergisi adı verilen bu etkinliğin ardından Yeniler adı altında birleşen sanatçılar, özellikle Akademi dışındaki yazar ve sanatçılardan destek gördüler. Yeniler, bir sanatçı olarak varolmanın yolunu sanat anlayışları ve toplum gerçekleri arasında bir orta yol çizerek bulmaya çalıştılar.
İyem Yeniler Grubu dağılana kadar düzenlediği tüm sergilere katıldı, bu arada bir süre Resim- Heykel Müzesi’nde Halil Dikmen‘in yardımcısı olarak çalıştı. Burada, Türk resminin ilk dönem ustalarını da tanıma fırsatı buldu. Özellikle de Hoca Ali Rıza’ya hayranlık beslemekteydi: “Doğrusu ya, Türk resmi uzun yıllar seyircisiz kaldığı için, toplumsal yaşama katılmada emekledi durdu. Kendi payıma Hoca Ali Rıza’yı, Türk resmini Halk’a doğru götürmekteki çaba ve başarılarından ötürü, ayrıca seviyor ve sayıyorum.”Sanatı topluma empoze etmekten çok, toplumun içinden çıkan bir sanat anlayışını benimseyen sanatçı, dur durak bilmeden üretmiş Anadolu halkına sanatı sevdirmek için tüm benliğiyle uğraşmıştır. Bu amaçla halka ulaşmak için 1946 yılında Beyoğlu’nda Ada (mobilya) mağazasında açtığı ilk sergi ve 1950’li yıllarda Maya Sanat Galerisi’nde düzenlenen diğerlerinin ardından bugüne kadar yapıtlarını bir çok kez sergilemiştir.1950’li yıllarda soyut anlayışta eserler veren sanatçı 1960’larda figüratif resme geri dönerek, Anadolu insanını, onların yaşamını, iç dünyasını, köyden kente göç edenleri ve gecekondu yaşamını anlatmıştır. Bereketli topraklarıyla ve medeniyetler doğuran özelliğiyle; Anadolu’yu bir kadın olarak algılamış ve ürettiği kadın portrelerinde, iç dünyanın aynası olan gözlerin ışığında, bir parçası olduğumuz toplumu tüm gerçekliğiyle yansıtmıştır.19 Haziran 2005 yılında hayatını kaybeden büyük usta, altı bini aşkın resme imza attı.




Kaynakça:
Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi 1911-1914,Kitap Yayınevi,İstanbul,2010.
Serpil Avcı,Osmanlı Resim Sanatı,Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,Ankara,2016
Celal Esat Arseven,Türk Sanatı Tarihi,Maarif Basımevi,Ankara,1975

Bu konu hakkında hazırladığım posterim 
   





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder